Sekam
Henüz vakit varken...
Mail Adresiniz :
Şifreniz :
Mail Adresiniz : Şifreniz : Şifre Tekrar : Adınız Soyadınız : Telefon No ( isteğe bağlı) :
YUVAYI YIKAN KANUN: “6284”

YUVAYI YIKAN KANUN: “6284”

Bir süredir yazılı ve görsel medyada 6284 sayılı kanun çerçevesinde tartışmalar yürütülmekte ve “Kadına Şiddet”, “Türk Aile Yapısı”, “Aile’nin Parçalanması” ve “Karı-Koca İlişkileri” bağlamında tartışılan 6284 sayılı kanun, uzmanlar tarafından da oldukça problemli görülmektedir. Bu durum; geçmişte AB kriterleri ve uyum yasaları çerçevesinde (zinanın suç sayılmaması vs.) hazırlanan lakin Müslüman bir toplumun, toplumumuzun aile yapısıyla uyuşmayan kanunların yeniden ele alınarak, kendi değerlerimize uyumlu hale getirilmesinin elzem olduğunu göstermiştir. 

 

Yeni Akit gazetesinden Faruk Arslan’ın hazırladığı haberde şunlara değinilmektedir:

“Aslında bu kanun sanılanın aksine, “Kadına şiddet” olaylarının önlenmesi amaçlanan ancak Türk aile yapısına dikkat edilmeden hazırlanan 6284 Sayılı Kanun, 2012 yılından bu yana aile dramlarının ana kaynağına dönüşmüş durumda. Şiddet olmasa dahi kadının en ufak şikâyetiyle erkeklerin evlerinden 6 aylık süreyle uzaklaştırılması yuvaları yıkıyor, öfke patlamalarına yol açarak cinayet vakalarına sebep oluyor.

Kadına şiddet temalı olayların önlenmesi amaçlanan ancak Türk aile yapısına dikkat edilmeden hazırlanan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, yuvaların dağılmasının başlıca unsuru oldu.

Kadının anlık bir tartışma sonucu en basit şikâyetiyle, herhangi bir darp olmasa dahi erkeğin 6 ay süreyle yuvasından uzaklaştırılması, aile birliğindeki en büyük tehdit haline geldi. 2012 yılından bu yana yürürlükte olan ancak şiddet olaylarının önüne geçemediği gibi problemleri daha da artırarak aile birliğinin en büyük tehdidi haline gelen kanunun kötüye kullanımı ve gelinen noktaya ilişkin uzmanlar, korkunç tespitlerde bulunuyor.

AİLE BİRLİĞİ BİTİYOR

Kanun kapsamında, en ufak şikâyetle ilgili olarak dahi delil ve belge aranmaksızın erkek aleyhinde kararlar veriliyor. Erkeğin evden uzaklaştırılma süresi de oldukça uzun bir süre. Kadının şikâyeti sonrası darp olsun ya da olmasın erkeğin 1 aydan 6 aya kadar evden uzaklaştırılması öngörülüyor. Avrupa’da bu süre en fazla bir hafta dolayındadır çünkü amaç tartışmış olan tarafları teskin etmektir, ayırmak değil.

‘SESİNİ YÜKSELTTİ’ YETİYOR

Şikâyetçi olan kadının mahkemeye gitmesine bile gerek yok, polisi araması dahi erkeğin uzaklaştırılması için yetiyor. Kadının ‘bana sesini yükseltti’ demesi dahi yeterli bir sebep sayılıyor. Burada darp raporu gibi herhangi bir belge de aranmıyor ve erkeğin görüşüne başvurulmadan karar veriliyor. Şiddet uygulayanın tutuklanması gerekiyorsa tutuklanmalı ama ekonomik şiddet ve psikolojik şiddet tanımları oldukça vahim sonuçlar ortaya doğuruyor.

Şu an yılda 120 bin ila 130 bin aralığında evden uzaklaştırılan baba modelleriyle karşılaşıyoruz. ‘Eve yeteri kadar bakmıyor’, ‘Bana sesini yükseltti’, ‘Evdeki ışığı kapatmadı’ gibi oldukça basit nedenlerle evler, 6 ay boyunca babasız kalıyor. Burada bir aile disiplininden bahsedemeyiz. 6284 sayılı kanunun getirisi olarak erkeğin, dolayısıyla babanın itibarsızlaştırılması konuşulması, tartışılması gerekiyor.

Batı’dan devşirilen ancak kötü bir kopya olarak 2012 yılından bu yana Türkiye’de binlerce aile faciası yaşanmasına neden olan 6284 sayılı kanunla ilgili serzeniş yüklü tepkiler devam ediyor. Uzmanlar, 6284’ün Avrupa ülkelerindeki tatbiki ile Türkiye’deki uygulaması arasındaki vahim farklara değinerek yetkililere yasal düzenleme çağrısında bulundular.

YUVADAKİ SICAKLIK BİR DAHA SAĞLANAMIYOR

Akit’e konuşan Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Sefa Saygılı, darp olmayan ve basit nedenler sonucu kolluk kuvvetlerine ulaştırılan şikâyetler sonucu eşlerin 6 ay ayrı bırakılması, yuvadaki sıcaklığın bir daha sağlanamamasına neden olduğunu kaydetti. “Bu hazin bir dramdır, aileye konulmuş bombadır, dinamittir” diyen Sefa Saygılı, “6284 çok yanlış bir uygulama. Avrupa’da yapıcı olsun diye erkekle kadını birkaç günlüğüne ayrı bırakılıyor, o süreçte sorunların muhasebesi yapılıyor, alınan psikolojik destekle aile bütünlüğü sağlanabiliyor. Ama Türkiye’de böyle değil. En ufak bir şeyde basıyorlar 6 aylık uzaklaştırmayı. Adamın evine 50 metre yaklaşması durumunda bu kez 7 gün hapis yaptırımı uygulanıyor. Evin erkeği 6 ay uzaklaştıktan sonra ailenin devamına imkân kalmıyor. Erkekleri ev dışına yönlendiren, bunalımlara neden olan hazin sonuçlar doğuran bir kanun bu. Eşin 6 ay sonra eve dönebilmesi ile ilişkide ve yuvada tekrar bir sıcaklık veya ısınma sağlanamıyor” şeklinde konuştu.

ÇOCUKLAR İÇİN PSİKOLOJİK YIKIM SEBEBİ

6 ay gibi uzun bir uzaklaştırma sürecinde çocukların büyük mağduriyetler yaşadığına değinen Psikolog Kıvanç Tığlı ise, “Babasının evine giremediği çocuk ne düşünür o baba hakkında? Babasız ne yer ne içer 6 ay boyunca? Uzun süreli uzaklaştırmalar sonrasında babanın ailede ve çocuklar üzerinde ne kıymeti, ne saygınlığı, ne de otoritesi kalıyor” ifadelerini kullandı. Hazırlayan: Faruk Arslan / Y. Akit****

6284 sayılı kanun çerçevesinde yaşanan sıkıntıları 4-5 gündür haberleştirilerek gündeme getiren Yeni Akit gazetesine ve Faruk Arslan’a teşekkür ediyoruz.

Buna mukabil, toplumların kendilerine has değerlerinin korunmasına öncülük eden ve bu alanda birçok araştırma raporları (“KADIN ve AİLE” - “TÜRKİYE’DE ve DÜNYADA KADINA ŞİDDET“) yayınlayan SEKAM2005-2007 yılları arasında bu meseleye dikkat çekmişti.

AB Uyum Yasaları çerçevesinde çıkarılan yasaların, ileride Türkiye Aile yapısına yönelik ciddi sonuçlar doğuracağını belirtmiş ve tez zamanda bu kanunların düzeltilmesi yönünde görüş ve irade ortaya koymuştu.

Aşağıda bu meselelere yönelik düşüncelerimizi ortaya koyan kısa bir özet görüş ve önerilerimizi bulacaksınız. Daha ayrıntılı bilgiye ise http://www.sekam.com.tr/sayfa.php?detay=basilmis-kitaplar adresinden ulaşabilirsiniz.

SEKAM

SOSYAL, EKONOMİK VE KÜLTÜREL ARAŞTIRMALAR MERKEZİ

TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA KADINA ŞİDDET

Başta Aile yapımız olmak üzere Kültür ve Medeniyetimizin tüm değerlerine saldırı dışarıdan, farklı bir yaşam tarzından, seküler dünyadan gelmektedir. Bu saldırılar niçin etkili olabilmektedir? Etkili olmasında bizim payımız var mıdır? Millet olarak, ülke olarak nerede hata yapmaktayız? Bilim ve teknolojide bulunduğumuz durumdan memnun muyuz?

Millet olarak, ülke olarak genelde dert yanmakta, yaşadığımız meseleler için hep başkalarını suçlamaktayız. Oysa asıl yapmamız gereken iş, kültür ve medeniyetimizi; tepkisellikten ve antitez olmaktan çıkarmak, kendi tezlerini ve projelerini üretmesini sağlamak, insanlığın gündemine kendi tezlerini sokmak, insanlığı huzura kavuşturacak çözümler sunmak olmalıdır, Bunu için sağlam, güvenilir bilgi ve belgeye ve bunlara dayanarak üretilen projelere İhtiyaç vardır. Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Araştırmalar Merkezi (SEKAM) böyle bir ihtiyaçtan doğmuştur. Sosyal Ekonomik ve Kültürel Araştırmalar Merkezi (SEKAM), saha araştırmaları, alan araştırmaları, vaka analizleri ve teorik derinlikli ilmi araştırmalar yaparak, bu görevi yerine getirmeye çalışmaktadır.

SEKAM, Ülkemizin, Medeniyet havzamızın ve insanlığın temel sorunlarını; bağımsız bir bakışla tespit edip fotoğrafını çekmeyi ilke edinmiştir. Bağımsız bir yaklaşımla tespit edilen sorunlara, kendi kültür ve medeniyetimizin temel değerleri, ana frekansları, esas alınarak çözüm önerilerinde bulunmaktadır. Ancak bu, araştırmanın dışında ve uzantısında mutlaka yapılması gereken ayrı bir çalışma olarak ele alınmaktadır. Çözümler, kendi kültür ve medeniyetimiz açısından elde edilmeye çalışılırken, tüm insanlığın birikiminden yararlanmak da esastır. Böylelikle, günü kurtaran anlık çözümler yerine, kalıcı, uzun vadeli çözümler üretilebilecek ve politikalar belirlenebilecektir.

Türkiye’nin günübirlik çözüm arayışlarından kurtulması gerektiğine inanmaktayız. Günübirlik çözüm arayışlarının, bu ülkeyi her seferinde getirdiği nokta bellidir. O nedenle zor, meşakkatli ve bedel isteyen çözümler için, halkın katkısı, fedakârlığı istenmelidir. Halkın aktif desteği olmadan, siyasetin, tek başına sorunları çözüme kavuşturması mümkün değildir.

SEKAM’in yaptığı “Türkiye’de Aile” araştırması ile toplumsal yapı, evlilik, nikâh, eşe ilişkin tutum ve tavırlar, namus, cinsellik, boşanma, şiddet, anne baba çocuk ilişkisi, anne-babaların çocuk yetiştirme tutumları, çocuklarla iletişim, medya ve boş zamanları değerlendirme alt alanlarında Türkiye’nin aile fotoğrafı çekilmiştir. Bu alt alanların her biri; bölge, cinsiyet, yaş, eğitim düzeyi, medeni durum, aylık gelir düzeyi, ailenin kendisini hissettiği sosyo-ekonomik düzey, meslek, evlilik süresi, doğulan yerleşim merkezinin niteliği, en çok yaşanan yerleşim merkezinin niteliği, şu anda yaşanan yerleşim merkezinin niteliği, çocuk sahibi olup olmama, evliliğin anlamı, yapılan evlilik sayısı, evlenme biçimi, evlilikten memnuniyet düzeyi, evlilik yaşı, eşten memnuniyet düzeyi, eşle iletişim düzeyi ve sıklığı, internet kullanma sıklığı, dini bilgi düzeyi, dini bilgiyi edinme biçimi, aileye yüklenen anlam, namusa yüklenen anlam, TV izleme sıklığı faktörlerine bağlı olarak incelenmiştir. Bu çerçeve esas alınarak daha sonra ‘Savrulan Dünyada Aile’ sempozyumu, düzenlenmiştir.

Ailenin özelliklerinden biri, hem değişimin bir aracı olması, hem de değişime karşı en şiddetli direnen bir kurum olmasıdır. Osmanlı’nın son yüzyılı ile Cumhuriyet dönemi aileyi dönüşüm aracı olarak görmüş ve kullanmıştır. Bu Türkiye’deki aile ile ilgili yaşanan krizin temel nedenlerinden biridir.

Aile başlangıçta, roman ve hikâyeler üzerinden dönüştürülmeye çalışılmıştır. Sonra romanın yanı sıra, medya, film, dizi, internet, turizm, moda ve müzik birer dönüşüm aracı olarak kullanılmıştır.

Türkiye’nin, Batılılaşma serüveni ile ülkeye, Batı kültür ve medeniyetinin değerlerini kabul ettirmede aileyi, toplumsal değişimin bir aracı olarak kullanmasının, bugün yaşanan krizde payı fazladır. Batı kültür ve medeniyet değerlerinin, eğitim aracılığıyla bu ülke insanına kabul ettirilmek istenmesi; aynı kalp ve ruhta iki farklı değer sisteminin var olmasına sebebiyet vermiştir. Bu da, ailenin sahip olup savunduğu kendi kültür ve medeniyetinin değerleri ile aileye dayatılan yabancı değerlerin çatışmasını ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu, toplumsal şizofreni dediğimiz bir durumdur. Özellikle yetişen genç nesiller, okulla aile arasında, değer çatışmasının kurbanları olmuşlardır. Bu durum daha sonra kurdukları aile yapılarında etkisini göstermiştir.

Medeniyet değiştirme çabaları doğrultusunda, sosyal boyut göz önüne alınmadan yapılan plansız ve programsız sanayileşme, kentleşme, göç, nüfusun belli yerlerde yoğunlaşması, aile açısından yığınla problemi beraberinde getirmiştir. Ekonomik krizler, işsizlik, yoksulluk, kent hayatında daha da korumasız vaziyette bulunan aileyi olumsuz yönde etkilemiştir. Evliliğe ilginin azalmasına, gayrı meşru nikâhsız birlikteliklerin artmasına sebebiyet vermiştir. Kadının iş hayatında fıtratına uygun olmayan iş kolları ve ortamlarda çalışması, doğurganlık hızının düşmesi ve neslin yaşlanması sorununu ortaya çıkarmıştır. Türkiye şu an olayın bu boyutuyla ilgili ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olmamakla beraber, tedbir alınmadığı takdirde, mevcut ivme geleceğin tehlikeli olabileceğini göstermektedir.

Küreselleşme adı altında estirilen rüzgârın, tüm yerli değerlere bir saldırı boyutunda olması, toplumsallaşma yerine bireyselleşmeyi teşvik etmesi, tüketim kültürünü savunması, sabit kalıcı hiçbir değer kabul etmeyip, her şeyi haz ve tüketim kültürü üzerine oturtması, ciddi bir tehlike olarak ülkemizdeki aile yapısını tehdit etmektedir. Her şeyi eşyalaştırma, alınır satılır meta durumuna indirgeme, toplumsal değerlerde çözülmeye sebep olmaktadır. Hayatın maddileştirilmesi, evliliğin sadece haz ve madde üzerine inşa edilmesi ile aile bireyleri arasında birbirine tahammül azalmaktadır. Birbirinin kahrını çekme duygusu zayıflamaktadır. Sabır olmayan bir yerde bir müddet sonra sevgi, saygı ve sadakat da olmamaktadır. Tek ebeveynli ailelerin artması ile psikolojik ruhsal dünyaları yıkılmış çocukların, geleceğin Türkiye’sinde çok ciddi bir sorun olacağı gözden ırak tutulmamalıdır.

Aile yapısına bizim kültür ve medeniyetimizin yüklediği kutsallık, Batılılaşma serüveni ile maddileştirilince; nikâhın sağladığı kutsiyet anlamsızlaşmaya başlamış ve hazzı esas alan nikâhsız birliktelikler artmaya başlamıştır. Bu da gayrı meşru çocuk sorununu beraberinde getirmektedir.

BM, 1999 yılında “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” mücadelesinin en önemli kazanımı olarak görülen CEDAW sözleşmesine ek bir protokolü kabul etmiş ve üye ülkelerin onayına sunmuştur. BM ve AB, üye ülkelerin toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını uygulamasını önemsemekte, ülkelerin takibini yapmakta ve periyodik değerlendirme raporları yayınlamaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitliği AB uyum sürecinin de önemli makro göstergeleri arasında yer almaktadır. Türkiye, 8 Eylül 2000’de imzaladığı bu protokolü, 30 Temmuz 2002 tarihinde onaylamıştır. Ayrıca Türkiye, 2011 Mayıs ayında, kısa adı “İstanbul Sözleşmesi/Konvansiyonu” olan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” adlı uluslararası sözleşmeyi, hiçbir maddesine çekince konulmaksızın, imzalayarak kabul etmiştir. Bu sözleşme, 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilen “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”a esas teşkil etmiştir.

Türkiye, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği politikasını(TCE) bakanlıklar üstü bir ana politika haline getirmiş, 9. Kalkınma planı Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine duyarlı olarak hazırlamıştır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 5 yıllık Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı (2008-2013)’ü hazırlamış, uygulamış ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği politikasına dayalı uluslararası belgeleri esas alan kanun ve yönetmelikler çıkarmıştır.

AB uyum yasaları çerçevesinde hazırlanan yasalar, toplumsal yapı ve dinamiklerle uyuşmamaktadır. Batı Kültür ve medeniyetinin aileye ilişkin ürettiği kavram, teori ve modeller, yapılar ve bulduğu çözümler, kendi toplumsal yapımız, zihin dünyamız, kendi değerlerimiz ve kültür ve medeniyetimizle uyuşup uyuşmadığına bakılmadan alınmakta, test edilmeden, sonuçlarının ne olabileceği öngörülmeden hemen uygulamaya sokulmaktadır. Bu anlamda “Toplumsal Cinsiyet eşitliği” ve “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikaları” kavramları, aileyi ilgilendiren önemli, hayatı kavramlardır. Bunların felsefi boyutları, ana kabulleri ve getirip ne götürecekleri tam olarak tartışılmadan uygulamaya sokulması, Türkiye’nin ciddi bir zaafıdır. Bu gerçek, kanun yapıcılar tarafından göz önüne alınmamaktadır.

Elinizdeki “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Dayalı Politika Uygulayan Ülkelerde Kadın Ve Aile (İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç, Türkiye) adlı araştırma raporu, Türkiye’de ilk defa Toplumsal Cinsiyet Eşitliği(TCE) ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikalarını masaya yatırarak tartışmaya açmaktadır. Rapor, bu politikanın uygulandığı ülkelerdeki durumu, “evlenme ve boşanma oranları”, “aile yapısı”, “kadına yönelik şiddet oranları”, “intihar oranları” ve “alkol ve madde kullanımı oranlarını” göz önüne alarak bir değerlendirme yapmakta ve sonuçları, kamuoyunun dikkatini sunmaktadır.

Türkiye’de aileye ilişkin yapılan tüm araştırmalarda Batıya göre aile yapımızın daha iyi olduğu ve fakat çözülme istikametinde bir eğilim gösterdiği ifade edilmektedir. Kötüye gidişin ana sebebi olarak da bireysel, ailevi ve toplumsal değerlerde çözülme ve çürüme olması gösterilmektedir. Mevcut aile yapımız, Batıya göre daha iyi durumda iken ve Batıda Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine dayalı politikaların uygulanması ile ortaya çıkan tablo daha kötü iken, niçin ithal ürün olan, kendi kültür ve medeniyet değerlerimizle uyuşmayan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikaları uygulanmaktadır?

Bu sorunun cevabını toplum olarak bulmalı ve vermeliyiz. Üzerimize düşen sorumlulukları da yerine getirmeliyiz. Bu açıdan Raporun cevabı bulma noktasında çok önemli bir rol üstleneceği kanaatindeyiz.

 

Prof. Dr. Burhanettin CAN

SEKAM Yönetim Kurulu Başkanı

SONUÇ VE ÖNERİLER

Araştırmanın giriş bölümünde de ifade edildiği gibi, çalışmanın amacı kadına ve aileye dönük yaşanan sıkıntılara çözüm reçetesi olarak sunulan toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının, bu politikaları en iyi uygulayan ülkelerde nasıl bir sonuç verdiği, sorunların çözümüne ne ölçüde etki ettiğini ortaya koymaktır. Araştırmanın temel problemi ise “toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilmek toplumların ulaşması gereken ideal hedef olarak sunuluyor ise bu politikaların uygulandığı ülkeler kadın ve aile sorunların en asgari seviyede yaşandığı ülkeler olmalı değil midir?” sorusudur. Araştırmada bu sorudan hareketle kadın ve aileyi yakından ilgilendiren beş kategori belirlenmiş (evlenme ve boşanma, aile yapısı, kadına yönelik şiddet, intihar, alkol ve madde kullanımı), bu kategorilerde ülkelerin mevcut durumu ortaya konmuştur.

Araştırmanının bulgularının aktarıldığı bölümde görüldüğü gibi toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını uygulamada en ideal ülkeler olarak sunulan İzlanda, Finlandiya, Norveç ve İsveç’te uygulanan bu politikalar kadına dönük sorunlara temelden bir çözüm sunamamıştır. Bu ülkelerde son 50 yılda boşanma oranları büyük ölçüde (%100’ün üzerinde) artmış, buna karşılık evlenme oranlarında da düşüş yaşanmıştır. Yine bu ülkelerde doğan çocukların yarıya yakını, bazı ülkelerde ise yarıdan fazlası evlilik dışı beraberlikler sonucu dünyaya gelmektedir. Bir başka ifade ile bu bebekler yaşamlarına bir aileden mahrum olarak başlamak zorunda bırakılmaktadırlar. Boşanma oranları da göz önüne alındığında, yaklaşık %50 ihtimalle aile ortamında dünyaya gelebilen bir çocuk için bile parçalanmış bir ailede büyümek çok yüksek bir olasılıktır.

Görüldüğü gibi ülkemizde de aile politikalarında çözüm olarak yaslanılan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikalarının uygulandığı ülkeler, daha en temelde aile yapısı ile ilgili çok ciddi problemler yaşamaktadır ve bu ülkelerde anne-baba-çocuklardan oluşan aile yapısı yok olmak üzeredir.

Araştırmanın en önemli bulgularından birisi de kadına yönelik şiddet verileridir. Kadına yönelik şiddete çözüm olması amacıyla sürekli yan yana zikredilen “toplumsal cinsiyet eşitliği”, “kadının güçlendirilmesi”, “kadının eğitilmesi”, “kadının işgücüne-karar alma süreçlerine katılımı” argümanları bu ülkelerde en üst seviyede uygulanmaktadır. Fakat güçlü, eğitimli, ekonomik özgürlüğe sahip olmanın şiddetten korunmak için gereken temel özelikler olduğu fikrinin bu ülkelerde geçerli olmadığı görülmektedir. İlgili ülkelerde şiddet çok önemli toplumsal sorundur. Kadınlar mevcut ya da eski eşlerinden veya birlikte oldukları kişilerden yüksek oranlarda şiddet görmekte, cinayetlere kurban gitmektedirler. Üstelik bunlar erkeklerle eşit kazancı olan, yüksek eğitim görmüş, bireyselliğini elde etmiş, ülke yönetimlerinde kadınların yüksek oranda temsil edildiği kadınlardır. Bu özelliklerin şiddetten korunmak için yeterli olmadığı ve şiddeti önlemek adına uygulanmaya çalışılan toplumsal cinsiyet eksenli politikaların da mevcut sorunu çözemediği açıktır.

Araştırmada ilgili ülkelerin incelendiği diğer bir alan intihar oranlarıdır. Bu ülkelerde intihar kaynaklı ölümlerin sayısı oldukça yüksektir. Özellikle kadınlarda ve gençlerde intihar oranlarının çok yüksek olduğu görülmektedir. Aynı şekilde alkol ve madde kullanımının da oldukça yaygın olduğu ilgili tablolarda verilmiştir. İntihar oranları ve alkol-madde kullanım oranları, bu ülkelerde toplumsal hayatta yaşanan sıkıntıların yanı sıra (şiddet, boşanma), psikolojik olarak da sıkıntılar yaşandığının göstergesidir. Eşitlik seviyesinin yükselmesi huzurlu bir toplum olmaya yetmemiştir.

Yukarıda ele alınan çoğu alanda İzlanda, Finlandiya, Norveç ve İsveç’in Türkiye’den daha dezavantajlı konumda olduğu ortadadır. Toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları kadına ve aileye dönük sorunlara çözüm olamamış, belki de bu sorunların kaynağı yahut tetikleyicisi olmuştur. Fakat Türkiye’de de kadın ve aileye yönelik sorunlar son yıllarda daha görünür olmaya başlamış; kadına şiddet, boşanma oranları hızlı bir yükseliş göstermiştir. Türkiye’nin aile politikalarının da toplumsal cinsiyet ekseninde yürütüldüğü gerçeğini ve araştırmanın bulgularını göz önüne aldığımızda, aynı politikalar devam ettiği müddetçe kadın-erkek ve aileye dönük sorunların azalmaktan ziyade, artmaya devam edeceğini üzülerek öngörmekteyiz. Bu noktada aşağıda belirteceğimiz önerilerin ilgililerce dikkate alınmasının ülkemiz geleceği açısından oldukça önemli olduğunu düşünmekteyiz.

 

Öneriler…

Yapılan araştırma sonuçlarına dayanarak kendi kültür ve medeniyetimiz değerlerine kodlarına uygun olmayan ve muhtevası tam irdelenmeden ve de araştırılmadan uygulanacak tüm politikalar, başarısız olacağını söyleyebiliriz. Bu ana varsayımı göz önüne alarak aile yapımızın geleceğinin daha iyiye gidebilmesi için aşağıdaki tedbirlerin alınması yararlı olacaktır:

1. Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine dayalı politikalar yeniden gözden geçirilmelidir. Çünkü bu politikalar kadını erkeğe karşı rekabete yöneltmekte ve çatışma dilini kullanmaktadır.

2. Eşler arasında sabır, hoşgörü, fedakârlık ve merhamet kavramlarına vurgu yapılmalıdır.

3. Kadının iş yaşamına teşvik edilmesi (kadının çalışması propagandası) bir devlet politikası olarak uygulanmamalıdır. Kadının çalışması öznel koşullarla yakından ilişkilidir; ailenin tercihine bırakılmalıdır. Bu durum ayrıca, “çalışmayan kadın ikinci sınıf vatandaştır” gibi bir algıyı da beslemektedir.

4. Çalışmayan kadınların çalışmamasından kaynaklı problemlere vurgu yapıldığı kadar, çalışan kadınların da iş yaşamı kaynaklı problemlerine de vurgu yapılmalıdır.

5. Devlet, kadının çalışmasından daha çok piyasanın ve çalışma koşullarının insanileştirilmesine odaklanmalıdır.

6. Kadın ve erkeğin cinsiyet kimliğinden kaynaklanan farklılıkların sosyal yaşamda ne gibi farklılıklara yol açacağı konusu ajite edilmeden bilimsel ve ilmi veriler ışığında değerlendirilmelidir.

7. Aile Bakanlığı çocuğun anne hakkına odaklanan politikalar üretmelidir. Çocuğun “anne hakkından” kısıp kadının “çalışma hakkına” verilmesi adil bir yaklaşım görünmemektedir.

8. Kadın ve erkeklik rollerine ilişkin yerleşik algılara toptancı bir şekilde yaklaşılmamalıdır. Olumlu algı ve uygulamalar desteklenmeli, olumsuz algı ve uygulamalar değiştirilmeye çalışılmalıdır.

9. Toplumsal Cinsiyet Politikaları kadının haklarını, kadının doğası ve öznel koşulları üzerinden değil, “erkeklik” üzerinden tartışmaktadır. Erkeğe odaklanmış bu yaklaşım biçimi, hem kendi içinde paradoks taşımakta hem de kadının fıtratına uygun hakları elde etmesine engel olmaktadır.

10. Cinsiyet ayrımcılığının kaldırılmasının yolu kadının erkeklik, erkeğin de kadınlık rollerine yaklaştırılması değildir. Bu, cinsiyet ayrımcılığının değil, cinsiyetler arasındaki farklılığın kaldırılmasına hizmet eder. Erkeğin de kadının da yapabileceği iş, görev ve roller olduğu gibi cinsiyet farklılıklarından kaynaklı olarak her bir cinsiyetin daha kolay ve doğasına uygun iş ve görevlerin de söz konusu olabileceği hesaba katılmalıdır.

 

SEKAM

SOSYAL EKONOMİK VE KÜLTÜREL ARAŞTIRMALAR MERKEZİ